tevriye.com röportajlarının ikincisini gerçekleştiriyoruz ve bu sefer karşımızda Türk öykücülüğünün genç isimlerinden Nazlı Karabıyıkoğlu var. Kendisi öykücülükten ayrı olarak dergilerde kitap tanıtımları ve akademik yazılar da kaleme alıyor. Müellifimizin lirik bir dili söz konusu. Aynı zamanda arayış içinde olan, bu arayışlarda kendini kaybedebilen, varoluşunun tadını alamayan karakterleri söz konusu. Olivya Çıkmazı adlı öykü kitabındaki karakterler, bu tarife büyük ölçüde uyan tipler. Biz öyküleri zevkle okuduk, size de tavsiye ederiz. Röportaja başlamadan önce kendisini kısaca bir tanıyalım:
Ankara’da doğdu. İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesini bitirdi. İngilizce ve İspanyolca eğitimi aldı. Öyküleri Varlık, Kitap-lık, Sözcükler, Özgür Edebiyat dergilerinde yayımlandı. Hazırladığı “Delistan” adlı ilk dosyası “2010 KYÖD Sanat Ödülleri” adı altında düzenlenen Naci Girginsoy Öykü Ödülü’nü aldı ve sembolik olarak kitaplaştırıldı. Yazarın ikinci öykü dosyası “Düş Çeperi”, 2010 Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri’nde dikkate değer bulundu. İlk öykü kitabı İskele Komşu Yayınları tarafından basıldı. Çeşitli edebiyat dergilerinde yazmaya devam etmektedir.
Yayımlanmış Kitapları:
İskele/2011/Öykü
Olivya Çıkmazı/2014/Öykü
Olivya Çıkmazı/2014/Öykü
Öncelikle hoş geldiniz Nazlı Hanım. İlk olarak yazma sürecinizle başlamak istiyorum. Yazmak eylemi size göre nerede başlar ve bu eylem sizin için ne ifade eder?
Yazmak başlamaz ve bitmez. Yazmak için illa bir masanın başında bilgisayarın ya da kağıdın önünde oturmak gerekmez. Yazmak denize bakmanın, vapurdan inmenin, otobüse binmenin, sıkıcı toplantılara girmenin ve caddelerde eylemlere katılmanın süregelen biçimidir. Günlük işleri yaparken, zorunlulukları yerine getirirken, alnımızın ardında cümleler akar. Öykü düşünmek alnımızın ardındakilerle gördüklerimizin akışını harmanlayıp arıtmaya denk düşer.
Yazma sürecinde editör ve yayınevi ile olan ilişkiler de çok önemli. Bu konuda sizin açınızdan neler yaşandı? Yayınevi-yazar-editör ilişkileri nasıl olur?
Bugüne kadar yaşananlara bakıp sadece “her zamanki klasik hikaye” diyebilirim. Ne eksik ne fazla, aynı sıkıntılar. Alakarga Yayınları’yla beraber çalıştığımdan beri ise durum biraz daha iyi diyebilirim. Sıkıntılar yazar-yayınevi ekseninde hep aynı. Masalarda konuşulan konular, edilen şikayetler. İdeal bir ilişkiyi tarif etmeye çalışmak bile sıkıcı geliyor artık. Birçok yazar arkadaşım adına söyleyebilirim ki, yayımlanma sürecinde karşımızda doğru düzgün bir muhattap bulmak bile sevindiriyor bizi.
Sizin öykülerinizin diline baktığımda genel olarak yoğun bir liriklik söz konusu. Dünyaya bakış açınız da bu dil yordamıyla mı oluyor?
Bir zamanlar öyleydi, yani Olivya Çıkmazı ve İskele zamanlarında. Dediğin gibi gözle görülür bir liriklik söz konusuydu. Şimdi ise dünyaya daha düz cümlelerle bakıyorum. Sanırım son iki yılda yüklendiğimiz ağırlıklar bana dilin hafiflemesini öğütledi.
Olivya Çıkmazı kitabınızdaki karakterlerin iki yönü var, arayış ve öfke. İnsan, hayat esnasında aradıklarını hikâyelerin akışında mı bulur yoksa insanın varoluşunda mı saklıdır?
İnsanla ilgili bu kadar büyük laflar etmeyi beceremem. Öykülerime yansıyanlar elbette insana bakışımdan besleniyor. Benim karakterleri nasıl oluşturduğumu soruyorsanız, bu konu hakkında da okuru yönlendirici bir şeyler söylemek istemem.
Küt adlı öyküde bir kadının yalnızlığını cinsel parantezde okuyoruz. Öykü, ensest bir ilişkiye gebe olarak sonlanıyor. Peki sizce Türkiye’de ensest ilişki sosyal bir problem mi, varoluşsal bir olgu mu?
Yani aslında öykü ensest bir ilişkiye gebe olarak sonlanmıyor. Öykünün başlamasına sebep olan şey cinsel güdü. Her şey bu güdüden ortaya çıkıyor. Fakat öykü ensestten çok yalnızlığa, yalnız bırakılmış bir cinselliğe vurgu yapıyor. Bu açıdan burada ensesti tartışmayı uygun bulmuyorum. Elbette öykü okurun her türlü okumasına da açıktır.
Geçmiş ve bugünden yola çıkarak, Türkiye’de öykücülüğün seyri hakkında neler söylersiniz?
Son iki yıldır öykünün geldiği nokta beni sevindiriyor. Öykü artık romanın ya da okunma açısından daha fazla tercih edilen türlerin yanında kendine satış alanları yaratabiliyor. Bilmem ben mi yanlış görüyorum ama okuyucular tercihlerini gözle görülür biçimde öyküye yöneltmiş durumda. Burada elbette öykünün roman kadar okunduğunu söylemiyorum.
Dergiciliğin daha interaktif hale gelmesi, yazar etkinlikleri ve öykü günleri öyküleri okurlarla daha sıcak biçimde buluştururken, biz yazarların da kaynaşmasını sağlıyor. Birbirimizi okuyor, eleştiriyoruz. Ben etkinliklere pek katılmıyorum ama arkadaşların faaliyetlerini izlemek hoşuma gidiyor.
Son olarak, en sevdiğiniz öykücü/romancı, şair olarak kimleri söylersiniz?
Her söyleşinin vazgeçilmez sorusuna geldik. Her seferinde sevdiğim yazarların bir kısmını anıyorum bu bölümlerde. Bu kez de, Puşkin, Orhan Pamuk ve Woolf’u analım. Ayrıca Ferat Emen, Alper Beşe ve Umut Y. Karaoğlu’nun öykülerini pek bir beğendiğimizi söyleyelim.
Yorumlar
Yorum Gönder