1 Bu mülakat Mahalle Mektebi dergisinin Mayıs-Haziran 2017 tarihli 35.sayısında yayımlanmıştır. Söyleşide emeği geçen öncelikle Abdullah Harmancı'ya sonra değerli yazar Recep Seyhan'a çok teşekkür ederim.
En son soracağımı ilk başta sormak istiyorum. Recep Seyhan’ın kendine yakın hissettiği bir edebi oluşum veya edebiyat dergisi var mı?
Kendi payıma dünya görüşlerine göre edebi oluşumları tasnif etmek hiç hoşuma giden bir şey değil; fakat böyle bir şeyin varlığı da bir gerçek. Belki de bu çok tabii bir şeydir. Hâl böyle olunca sanırım her yazarın durduğu bir yer oluyor ve herkes nerede durduğunu da biliyor. İkinci aşamada edebiyat anlayışı, dili ve duruşu itibariyle de kendi tabii akışı içinde edebiyat durakları oluşuyor. Buna (ekol demeyeyim de) dergiler etrafında oluşan mektepler de diyebiliriz. Edebiyat dergilerinin çıkışı, yaşatılması çok çetin bir iş. Bu anlamda sahada olan insanlara büyük saygı duyuyorum.
Edebiyat dergileri arasında (dünya görüşümü merkeze koyarak) “bana uzak” veya “yakın” gibi yaklaşımları öne çıkarmam. Aklımdan geçse bile bende eylemsel bir karşılık bulmaz bu. Kendi adıma, öyküyü önemseyen bir derginin dünya görüşünü tercih gerekçesi yapmam; fakat bizde kazın ayağı böyle değil. Kimi yerlerde bu konuda dünya görüşleri; bu değilse meşrepler; o da olmuyorsa alanla ilgili olmayan tali gerekçeler öne çıkıyor ve sizin bu yaklaşımınızın karşılığı kalmıyor. Sanıyorum tam da bu noktada değindiğim gruplar kendiliğinden (spontane) oluşuyor. Genel bir çerçeve olarak şu da söylenebilir: Sanıyorum bunda; ikili ilişkilerin, yazılan türün muhatabını bulması veya emeğin hedefine ulaşması düşüncesinin; ilginin, kadirbilirliğin, emeğe saygının vb noktaların da belirleyiciliği var. Fakat bütün edebiyat dergilerine yazı, öykü göndermek hiçbir yazar için imkân dâhilinde değildir sanıyorum. Bu doğru da olmaz zaten.
Edebî yolculuğunuzda dört öykü kitabı yazmışsınız. Yazı hayatınızda kimlerden besleniyorsunuz?
En son soracağımı ilk başta sormak istiyorum. Recep Seyhan’ın kendine yakın hissettiği bir edebi oluşum veya edebiyat dergisi var mı?
Kendi payıma dünya görüşlerine göre edebi oluşumları tasnif etmek hiç hoşuma giden bir şey değil; fakat böyle bir şeyin varlığı da bir gerçek. Belki de bu çok tabii bir şeydir. Hâl böyle olunca sanırım her yazarın durduğu bir yer oluyor ve herkes nerede durduğunu da biliyor. İkinci aşamada edebiyat anlayışı, dili ve duruşu itibariyle de kendi tabii akışı içinde edebiyat durakları oluşuyor. Buna (ekol demeyeyim de) dergiler etrafında oluşan mektepler de diyebiliriz. Edebiyat dergilerinin çıkışı, yaşatılması çok çetin bir iş. Bu anlamda sahada olan insanlara büyük saygı duyuyorum.
Edebiyat dergileri arasında (dünya görüşümü merkeze koyarak) “bana uzak” veya “yakın” gibi yaklaşımları öne çıkarmam. Aklımdan geçse bile bende eylemsel bir karşılık bulmaz bu. Kendi adıma, öyküyü önemseyen bir derginin dünya görüşünü tercih gerekçesi yapmam; fakat bizde kazın ayağı böyle değil. Kimi yerlerde bu konuda dünya görüşleri; bu değilse meşrepler; o da olmuyorsa alanla ilgili olmayan tali gerekçeler öne çıkıyor ve sizin bu yaklaşımınızın karşılığı kalmıyor. Sanıyorum tam da bu noktada değindiğim gruplar kendiliğinden (spontane) oluşuyor. Genel bir çerçeve olarak şu da söylenebilir: Sanıyorum bunda; ikili ilişkilerin, yazılan türün muhatabını bulması veya emeğin hedefine ulaşması düşüncesinin; ilginin, kadirbilirliğin, emeğe saygının vb noktaların da belirleyiciliği var. Fakat bütün edebiyat dergilerine yazı, öykü göndermek hiçbir yazar için imkân dâhilinde değildir sanıyorum. Bu doğru da olmaz zaten.
Edebî yolculuğunuzda dört öykü kitabı yazmışsınız. Yazı hayatınızda kimlerden besleniyorsunuz?
Sorunuzun ilk cümlesine eklem olarak: Bir de
(Osmanlı Türkçesinden yazı çeviri) Hatem Tayî Hikâyeleri yayımladık (2016).
Elbette her yazar gibi benim de beslendiğim kaynaklar var: Bunların içinde çocukluğumun geçtiği topraklardan bana tevarüs eden anlatı geleneğini en başa koyacağım. Bunun yanında öyküyle meşgul olmadan önce çok okudum. Daha ortaokulda iken dünya klasiklerinin önemli bir kısmını okuduğumu söyleyebilirim; fakat bu okumalarda (yazarlar yönünden) kim kimdir; kim hangi dilden konuşuyor, nerde duruyor gibi soruların karşılığı elbette belirgin değildi. Bunlar belirginleşmeye başladığında söz dağarcığının önemini de anlamış oldum. Bu anlaşılınca sözlüklerin, deyimler sözlüklerinin, atasözlerinin ne büyük bir hazine olduğunu da keşfettim.
İki yıl kadar önce benzer bir soru (Hece-Öykü 66-2014 soruşturma) yöneltilmişti; fakat orada nasıl oldu bilmiyorum cevabımız eksik olmuş. İkmal etmemize Mahelle Mektebi vesile olmuş oldu: Sorunuzun içinde kaynaklarla ilgili sanırım yazar adı talebi de var ve bu öncelikli görünüyor. Bu konuda (muhtemel alınmalara meydan vermemek için) eskilerden birkaç isimle yetineyim: Ahmet Mithat Efendi… Refik Halit Karay, Sait Faik, M. Ş. Esendal, Haldun Taner, Bilge Karasu, Rasim Özdenören, Cahit Zarifoğlu… Dışarıdan; anlatı şeyhim F. Mikailoğlu (şaka tabii, Dosto), A. Çehov, F. N. Gogol, V. Nabakov; H. de Balzac, J. Joyce, I.Calvino, F. Kafka, J. Borges, V. Wolf, W.Borchert…. Felsefi-düşünsel kaynaklar: R. Barthes, F. de Saussure, E. Levinas, G. Deleuze, M. Heidegger, J. Lacan, M. Faucoult, J. Baudrillard, E. M. Cioran, P. Ricoeur, J. P. Sartre, M. de Montaigne, S. Freud (ve C. G. Jung, H. Kohut, M. Klein gibi talebeleri)… Unuttum, kesinlikle F. Nietsche ve illa eski (özellikle eski) ve yeni şiir kaynakları diye özetleyeyim. Mesneviler sonra… Uzar…
Elbette her yazar gibi benim de beslendiğim kaynaklar var: Bunların içinde çocukluğumun geçtiği topraklardan bana tevarüs eden anlatı geleneğini en başa koyacağım. Bunun yanında öyküyle meşgul olmadan önce çok okudum. Daha ortaokulda iken dünya klasiklerinin önemli bir kısmını okuduğumu söyleyebilirim; fakat bu okumalarda (yazarlar yönünden) kim kimdir; kim hangi dilden konuşuyor, nerde duruyor gibi soruların karşılığı elbette belirgin değildi. Bunlar belirginleşmeye başladığında söz dağarcığının önemini de anlamış oldum. Bu anlaşılınca sözlüklerin, deyimler sözlüklerinin, atasözlerinin ne büyük bir hazine olduğunu da keşfettim.
İki yıl kadar önce benzer bir soru (Hece-Öykü 66-2014 soruşturma) yöneltilmişti; fakat orada nasıl oldu bilmiyorum cevabımız eksik olmuş. İkmal etmemize Mahelle Mektebi vesile olmuş oldu: Sorunuzun içinde kaynaklarla ilgili sanırım yazar adı talebi de var ve bu öncelikli görünüyor. Bu konuda (muhtemel alınmalara meydan vermemek için) eskilerden birkaç isimle yetineyim: Ahmet Mithat Efendi… Refik Halit Karay, Sait Faik, M. Ş. Esendal, Haldun Taner, Bilge Karasu, Rasim Özdenören, Cahit Zarifoğlu… Dışarıdan; anlatı şeyhim F. Mikailoğlu (şaka tabii, Dosto), A. Çehov, F. N. Gogol, V. Nabakov; H. de Balzac, J. Joyce, I.Calvino, F. Kafka, J. Borges, V. Wolf, W.Borchert…. Felsefi-düşünsel kaynaklar: R. Barthes, F. de Saussure, E. Levinas, G. Deleuze, M. Heidegger, J. Lacan, M. Faucoult, J. Baudrillard, E. M. Cioran, P. Ricoeur, J. P. Sartre, M. de Montaigne, S. Freud (ve C. G. Jung, H. Kohut, M. Klein gibi talebeleri)… Unuttum, kesinlikle F. Nietsche ve illa eski (özellikle eski) ve yeni şiir kaynakları diye özetleyeyim. Mesneviler sonra… Uzar…
Cümle isimli öyküde birçok
karakter harf ismi konularak yaşatılmış. Burada karakterlerimizin
edebiyatımızın meşhur “C.” karakteriyle paralellikleri var mıdır?
Sorunuz Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’nındaki “C” karakterini çağrıştırıyor; fakat o öyküyü yazarken böyle bir paralellik aklıma bile gelmedi. Oradaki (Cümle’deki) kahramanların karakter düzeyinde sivrildikleri de söylenemez zaten.
Sorunuz Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’nındaki “C” karakterini çağrıştırıyor; fakat o öyküyü yazarken böyle bir paralellik aklıma bile gelmedi. Oradaki (Cümle’deki) kahramanların karakter düzeyinde sivrildikleri de söylenemez zaten.
İki öyküde fotoğraf kullanmışsınız.
Bunun günümüzde çok arttığını da görüyoruz. Bu konudaki görüşleriniz nelerdir?
Zamanımızda görsellik iletişimin önemli bir göstergesi hâline geldi. Hikâye kitaplarında resimlerin kullanılışı ilk kez (K. Tuğcu ve C. Uçuk gibi yazarların kitaplarını, resimli romanları hariç tutuyorum) yanılmıyorsam Ş. Bulut’un ve M. Kutlu’nun kitaplarında görüldü. İkincisi belki Kutlu’nun ressam tarafından bir yansımaydı. Bunun okuyucunun muhayyilesine müdahale anlamına gelebileceğini de düşünmüyor değilim. Bu yüzden çok da emin değilim bu uygulamadan. Belki araziye uyduk, bilmiyorum. Yayıncıya, her öyküye, -öykünün başına tek resim olarak- temasına uygun resim konulabileceğini söylemiştim ama şartım da olmadı, yayıncıya bıraktım. O da iki öyküde kullanmış.
Zamanımızda görsellik iletişimin önemli bir göstergesi hâline geldi. Hikâye kitaplarında resimlerin kullanılışı ilk kez (K. Tuğcu ve C. Uçuk gibi yazarların kitaplarını, resimli romanları hariç tutuyorum) yanılmıyorsam Ş. Bulut’un ve M. Kutlu’nun kitaplarında görüldü. İkincisi belki Kutlu’nun ressam tarafından bir yansımaydı. Bunun okuyucunun muhayyilesine müdahale anlamına gelebileceğini de düşünmüyor değilim. Bu yüzden çok da emin değilim bu uygulamadan. Belki araziye uyduk, bilmiyorum. Yayıncıya, her öyküye, -öykünün başına tek resim olarak- temasına uygun resim konulabileceğini söylemiştim ama şartım da olmadı, yayıncıya bıraktım. O da iki öyküde kullanmış.
Eserinizde yerel ağızlarda
görebileceğimiz kelimeler mevcut. Yeni bir dil oluşturmak adına yerel ağızlar
bir kaynak olabilir mi?
Öykülerimde bu seçimi bilinçli yapıyorum. Olumlu dönüşler olması ve o kelimelerin çoklukla anlaşıldığını görmek beni ayrıca mutlu etti. Bizim kültürümüzün kaynağı Anadolu’dadır. Dilin de öyle. O kelimelerin sadece bizim yöreye has olmadığını biliyorum; başka yörelerde bilinmeyen oldukça az. Öte yanda onları kullanırken dildeki altyapısına dikkat ettim. Mesela büyükannem, gün görmemiş, varlığı hep örselenmiş olarak giden birinin ardından “Mut’una ermedi bu dünyada hay gidi” demişti. Şimdi buradaki iki kelimenin de dilde net karşılığı var: Mut-lu ve git_. Geçen gün annem, bunca yıl sonra ondan ilk kez duyduğum bir cümle söyledi: “Güneş bir gün sağından bir gün solundan doğsun.” Müthiş bir ifade. Hemen not aldım. İfadenin şahsıma yönelik dua yönü bir tarafa bu gibi harikulade anlatımlar neden dil hazinemize kazandırılmasın? Sorunuzun cevabı sanırım çıktı: Bir ara yapıldığı gibi aşırılığa sapmamak ve dili zorlamaya kalkışmamak şartıyla neden olmasın diyorum.
Yeri gelmişken, konuyla ilgili… Benim yıllar önce, genç bir öğretmen iken bir projem vardı. O zaman kıssahanlardan, gazelhanlardan, divane gezginlerden, çerçilerden yaşayanlar bile vardı. Bu kutlu adamlar gittiler ve bir daha gelmediler. (Daha önceleri Ramazanlarda, kahvehanelerde, cami önlerinde, yörenin pazaryerinde, rastladığımız destancılar döneminden söz ediyorum. O destanları bastırıp -mesela 2,5 kuruş karşılığında- dağıtırlarken bir yandan da ezberden ezgili ve dokunaklı bir sesle okurlardı, oraya son anda yetiştim ben. Sonraları teypler çıktı, teybe okudular.) Projeye dönersek; o projeyi bana ilham eden de bu ilk çağ gözlemlerim idi. Proje şuydu: Ülke çapında liselerin edebiyat öğretmenleri, öğrencilerine ödev veya sınıf geçme tezi olarak; o yörenin masallarını, destanlarını, halk kahramanlarının hikâyelerini, bilmecelerini, tekerlemelerini, kullanılan söz varlığını, yemek kültürüne dair bilgileri kısaca kültürel ve folklorik unsurları ödev olarak versin. Sonra bu ödevler önce o ilçede, sonra ilde, en son merkez mahallinde bir havuzda toplanıp orada dil uzmanlarından oluşan seçici bir kurulda değerlendirilsin ve bunlar yayımlansın. Kültür Bakanlığına da ilettim. (Masalarda kaybolmuştur zahir.) Bu hayal, içimde hâlâ bir ukdedir. Düşünün ki muazzam bir hazine gözünüzün önünde kaybolup gitti. (Nasıl olduysa İstiklal savaşına katılan gaziler son anda yakalandı da kayıtları alındı.) Konu sadece P. N. F. Köprülü, P. N. Boratav, E. Cem Güney, Ş. Elçin, Naki Tezel gibi bazı gayretli insanların bireysel araştırmalarıyla sınırlandı ve o dev kaynak heba oldu. Bu, hafızası ile oynanmış, kaynaklarıyla aradaki köprüler yıkılmış bir nesil için hatta millet için affedilemez bir hatadır. Özetle, andığınız kelimelerle ilgili gayretimin arkasında bu hazin hikâye var.
Öykülerimde bu seçimi bilinçli yapıyorum. Olumlu dönüşler olması ve o kelimelerin çoklukla anlaşıldığını görmek beni ayrıca mutlu etti. Bizim kültürümüzün kaynağı Anadolu’dadır. Dilin de öyle. O kelimelerin sadece bizim yöreye has olmadığını biliyorum; başka yörelerde bilinmeyen oldukça az. Öte yanda onları kullanırken dildeki altyapısına dikkat ettim. Mesela büyükannem, gün görmemiş, varlığı hep örselenmiş olarak giden birinin ardından “Mut’una ermedi bu dünyada hay gidi” demişti. Şimdi buradaki iki kelimenin de dilde net karşılığı var: Mut-lu ve git_. Geçen gün annem, bunca yıl sonra ondan ilk kez duyduğum bir cümle söyledi: “Güneş bir gün sağından bir gün solundan doğsun.” Müthiş bir ifade. Hemen not aldım. İfadenin şahsıma yönelik dua yönü bir tarafa bu gibi harikulade anlatımlar neden dil hazinemize kazandırılmasın? Sorunuzun cevabı sanırım çıktı: Bir ara yapıldığı gibi aşırılığa sapmamak ve dili zorlamaya kalkışmamak şartıyla neden olmasın diyorum.
Yeri gelmişken, konuyla ilgili… Benim yıllar önce, genç bir öğretmen iken bir projem vardı. O zaman kıssahanlardan, gazelhanlardan, divane gezginlerden, çerçilerden yaşayanlar bile vardı. Bu kutlu adamlar gittiler ve bir daha gelmediler. (Daha önceleri Ramazanlarda, kahvehanelerde, cami önlerinde, yörenin pazaryerinde, rastladığımız destancılar döneminden söz ediyorum. O destanları bastırıp -mesela 2,5 kuruş karşılığında- dağıtırlarken bir yandan da ezberden ezgili ve dokunaklı bir sesle okurlardı, oraya son anda yetiştim ben. Sonraları teypler çıktı, teybe okudular.) Projeye dönersek; o projeyi bana ilham eden de bu ilk çağ gözlemlerim idi. Proje şuydu: Ülke çapında liselerin edebiyat öğretmenleri, öğrencilerine ödev veya sınıf geçme tezi olarak; o yörenin masallarını, destanlarını, halk kahramanlarının hikâyelerini, bilmecelerini, tekerlemelerini, kullanılan söz varlığını, yemek kültürüne dair bilgileri kısaca kültürel ve folklorik unsurları ödev olarak versin. Sonra bu ödevler önce o ilçede, sonra ilde, en son merkez mahallinde bir havuzda toplanıp orada dil uzmanlarından oluşan seçici bir kurulda değerlendirilsin ve bunlar yayımlansın. Kültür Bakanlığına da ilettim. (Masalarda kaybolmuştur zahir.) Bu hayal, içimde hâlâ bir ukdedir. Düşünün ki muazzam bir hazine gözünüzün önünde kaybolup gitti. (Nasıl olduysa İstiklal savaşına katılan gaziler son anda yakalandı da kayıtları alındı.) Konu sadece P. N. F. Köprülü, P. N. Boratav, E. Cem Güney, Ş. Elçin, Naki Tezel gibi bazı gayretli insanların bireysel araştırmalarıyla sınırlandı ve o dev kaynak heba oldu. Bu, hafızası ile oynanmış, kaynaklarıyla aradaki köprüler yıkılmış bir nesil için hatta millet için affedilemez bir hatadır. Özetle, andığınız kelimelerle ilgili gayretimin arkasında bu hazin hikâye var.
Karakterlerinizde “normal”likten uzaklık söz konusu. Bu bir tercih meselesi mi yoksa bu karakterlerin de var olduğunu mu göstermek istiyorsunuz?
Eskiler adaleti “eşyayı yerine koymaktır” diye tanımlamışlar (Mecelle). Hayatta bazı şeyler düzgün gitmiyor; hatta çok şey düzgün gitmiyor. Belki ben böyle görüyorum, bilmiyorum: Kendimi ait olmadığım bir yerde hissediyorum çoklukla. Bu kendine ve topluma yabancılaşmaya mı tekabül eder? Bilmiyorum, olabilir. İnsanların (otolojik anlamda) varlıkları, psikanalitik anlamda “kendilikleri” beni çok ilgilendiriyor. İnsanların varlıklarını tehdit eden virüsler zamanla topluma da sirayet eder. Bireysel hikâyeler yazdığımı söyleyenler oldu; bu bir bakıma -dolaylı biçimde- sosyal konulara duyarsız kalmakla eleştirilmemi de tazammun ediyor. Doğrudur; çoklukla bireyin hikâyeleri ilgilendiriyor beni. Bu benim seçimimdir. Kendimi, sosyal olayları hikâye yoluyla tahlil-analiz etme mevkiinde görmedim hiç. Bunu yapanları yadsıyor değilim. Benim tarzım değil diyelim. Yapacak bir şey yok. Evet, ben bir soyolog veya siyasetçi değilim; ama öykü yazıyorsanız gerektiğinde bu alanın gözüne de sahip olmanız gerekiyor. Burası yeterli benim için.
Şuraya geleceğim: Toplumu derinden etkileyen travmalar edebiyata mutlaka girer ama bu hemen olmaz. Mesela ben doğrudan bir 28 Şubat hikâyesi yazmadım ama ben o dönemin bireyinin kıstırılmışlığını anlattım. Keza insanların hukuku ile oynamanın delirttiği insanları -başka deliler üzerinden- son derece üstü örtülü olarak anlattım. (Bunların nerde olduğunu söylemek bana düşmez.) 15 Temmuz, toplumu derinden sarsmıştır ve etkisi yıllarca sürecektir. Bu büyük sosyal hadisenin öyküye, romana girmemesi düşünülemez; fakat benim bu konudaki görüşüm, üzerinden belirli bir zaman geçmeden bu tür olayları hemen anlatmanın isabetli olmadığı yönündedir. Kayıp Güneş 15 Temmuz’a tekabül ediyor, bu çelişki değil mi denebilir; ama ben o hikâyeyi 15 Temmuzdan yaklaşık üç ay önce yazdım. 15 Temmuz gelip o hikâyenin yazılışının hikâyesine müdahil oldu; önemli bir girinti olarak gelip yerini aldı. Bunun üzerine öykünün gövdesinde bazı oynamalar yapmam gerekti sadece.
Konuya dönersek; hiçbir sanat eseri normal şartların içinde neşvünema bulamaz. Buradan, benim normale talip olmadığıma; bir adım sonrasında kendimin de pek normal bir adam olmadığıma ulaşırsanız yanlış bir yere ulaştığınızı da söyleyemem.
7
- Dağ öykülerindeki doğa unsurlarının konuşturulmasıyla: hikmet, doğa, insan ve hayal gücünün bir arada olduğunu görüyoruz. Bu öykülerin yazılma fikri nereden geliyor ve yazılış hikâyesi nedir?
Çocukluğum muhteşem bir coğrafyada; mesela Mayıs ayına kadar hep ak olan ve az ötede gibi duran Ak Dağ’dan esen rüzgârın ıslıklarını dinleyerek; baharda, karlı dağların eteklerinde, kıpkırmızı gelincik tarlaları içinde, -ufukta, Ladik gölüne vuran akşam güneşinin şavkı- görkemli bir tabiatın kucağında geçti: Buna mukabil çocukluk coşkularımı hırpalayan muhteşem mahrumiyetler de yaşadım. Bilenler bilir; sığır çobanlığı yeter zaten mahrumiyet olarak. “Dağlı işte” derler ya hani, tam öyle idim. (Belki yine öyleyimdir, bilmiyorum.) Tabiat ruhuma işledi. ‘Nefsimi elinde tutan’ın böylesine görkemli bir tabiatın eliyle bana sunduklarını yine başka bir ihsan olan yazı edimine aktarmamam düşünülemezdi. Bunlar beni ilmek ilmek dokudu. Büyükannemin anlattığı hikâyeler, büyük amcamın anlattığı çoğu kurmaca hikmetli “olaylar” (yıllar sonra etkisini göstererek) beni “hikmet”le felsefeyle buluşturdu. Dağ öyküleri buradan, o içine doğup büyüdüğüm coğrafyadan doğdu. Bir de -belki herkes böyledir- bazen yakaza hâlinde iken eskilerin sünûhat dedikleri bir iç akıntıya maruz kalırım. O akıntılardan birinin konuk olduğu bir sırada, o hikâyelerin ilki, dili ile akıp geldi. Tam uyanışa geçer geçmez bunları not aldım. Sonra baktım ki orada başka hikâyeler de kuyrukta bekliyor. Oturdum onları da tek tek yazdım. O kısa öykülerin içinde en uzun olan Kayıp Güneş de öyle doğdu.
- Dağ öykülerindeki doğa unsurlarının konuşturulmasıyla: hikmet, doğa, insan ve hayal gücünün bir arada olduğunu görüyoruz. Bu öykülerin yazılma fikri nereden geliyor ve yazılış hikâyesi nedir?
Çocukluğum muhteşem bir coğrafyada; mesela Mayıs ayına kadar hep ak olan ve az ötede gibi duran Ak Dağ’dan esen rüzgârın ıslıklarını dinleyerek; baharda, karlı dağların eteklerinde, kıpkırmızı gelincik tarlaları içinde, -ufukta, Ladik gölüne vuran akşam güneşinin şavkı- görkemli bir tabiatın kucağında geçti: Buna mukabil çocukluk coşkularımı hırpalayan muhteşem mahrumiyetler de yaşadım. Bilenler bilir; sığır çobanlığı yeter zaten mahrumiyet olarak. “Dağlı işte” derler ya hani, tam öyle idim. (Belki yine öyleyimdir, bilmiyorum.) Tabiat ruhuma işledi. ‘Nefsimi elinde tutan’ın böylesine görkemli bir tabiatın eliyle bana sunduklarını yine başka bir ihsan olan yazı edimine aktarmamam düşünülemezdi. Bunlar beni ilmek ilmek dokudu. Büyükannemin anlattığı hikâyeler, büyük amcamın anlattığı çoğu kurmaca hikmetli “olaylar” (yıllar sonra etkisini göstererek) beni “hikmet”le felsefeyle buluşturdu. Dağ öyküleri buradan, o içine doğup büyüdüğüm coğrafyadan doğdu. Bir de -belki herkes böyledir- bazen yakaza hâlinde iken eskilerin sünûhat dedikleri bir iç akıntıya maruz kalırım. O akıntılardan birinin konuk olduğu bir sırada, o hikâyelerin ilki, dili ile akıp geldi. Tam uyanışa geçer geçmez bunları not aldım. Sonra baktım ki orada başka hikâyeler de kuyrukta bekliyor. Oturdum onları da tek tek yazdım. O kısa öykülerin içinde en uzun olan Kayıp Güneş de öyle doğdu.
Yorumlar
Yorum Gönder