2010 Kuşağı Öykü Kanonu Soruşturması - 46: Abdullah Ataşçı

"2010 Kuşağı Öykü Kanonu" adını verdiğimiz ve Türk öyküsüne dergilerde, kitaplarda hayat veren yazarlarımızla birlikte bir soruşturma gerçekleştiriyoruz. Öykücüler, hem kendilerini anlatacak hem de öykü anlayışlarının penceresindeki görünen dünyayı bize aktaracaktır. Kırk altıncı soruşturmamıza yanıt veren öykücü Abdullah Ataşcı olacak. 1973'te Elazığ'da dünyaya geldi. Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesinden mezun olmuştur. Bir dönem gazetecilik de yapmıştır. Ancak şu anda kamuda çalışmaktadır. Öyküleri ve yazıları; Kül Öykü, Yaratım, Papirüs, Sarnıç, Notos, Öykülem Öykü Gazetesi, Ünlem, Varlık, Cumhuriyet Kitap, Agos Kitap, Radikal Kitap mecralarında yayımlandı. İlk öykü kitabı Sığ Suyun Balıkları'dır. Daha sonra Vicdan Saatleri gelmiştir. Üçüncü öykü kitabı Kimse Bilmesin 2017 yılında Everest Yayınları'ndan çıkmıştır. Dördüncü öykü kitabı Susmak Derdi ise 2019'da okuyucuyla buluşmuştur. İlk romanı Dağda Duman Yeri Yok 2011, ikinci romanı Birîndar 2015'te, üçüncü romanı Yara Bende 2018 yılında okurlara 'merhaba' demiştir. Son romanı Yara Bende 2019 Attilâ İlhan Roman ödülüne layık görülmüştür. 


1-Metinlerinizi var eden dil olan Türkçeye bir gün minnet borcunuzu ödemek için ne yapmak istersiniz?
Türkçenin içine doğmadım. Annemden ya da babamdan duyduğum ilk kelimeler Kürtçenin Zazaca lehçesine aitti. Türkçeyi okuldan ziyade sokakta öğrendim ama bu hiç de kolay olmadı. Okuldan sık sık kaçtığımdan okumayı da bir türlü sökemiyordum ve böyle olunca da üçüncü sınıfı iki yıl okumak zorunda kaldım. Noam Chomsky “Dil öğrenilmez, edinilir,” der. Benim dili edinemeyeceğimi gören öğretmenlerim Chomsky okumadıklarından da olsa gerek, öğretmek için epey uğraştılar. Ben de daha fazla üzülmesinler diye bütün sınıfın sırayla okuduğu metinleri ezberledim ve sanki okuyabiliyormuşum gibi taklit ettim onları. O dönem, sokak, okuldan daha iyi bir öğretmendi kesinlikle. Orada herkes istediği kitabı, istediği saatte okuyabiliyordu. Tom Miks, Zagor, Kaptan Swing, Tarkan gibi çizgi romanlar ellerden düşmüyordu. Bir gün nedense arkadaşlarımda gördüğüm bu kitapları karıştırınca, bir daha da elimden bırakamadım. Resimlerden hareketle hikâyeyi takip etmek güzeldi ama sonra nedense muhteşem kahramanların neler konuştuklarını merak ettim ve böylelikle kendi kendime okumayı sökmeye başladım. O günden sonra da elime geçen her şeyi obur bir iştahla okumaya başladım. En çok da Kemalettin Tuğcu’yu sevdim. Yazar için aslolan yazmaksa ve bunun için dil aracıysa yazarın dile minnet borcundan söz edilebilir mi, emin değilim.

2-Türkçede öykünün şimdiki ve gelecekteki hâli nasıldır?
Bazı iyi yazarları dışarıda tutarsam, öykünün bugünkü hâlinden umutlu olduğumu söyleyemem. Ne yazık ki bu durumun gelecekte daha vahim olacağını düşünüyorum. Böyle düşünmemin başlıca nedeni baş tacı edilen pek çok öykünün bile aslında vasatın altında kaldığını görmemdir. Birçok yazar ya da eleştirmen bu öykülerin güzelliğini ballandıra ballandıra anlatıp yazıyor. Bu kişilerin geçmişte yazılan öyküleri unuttuğunu ya da günceli de yeterli düzeyde okumadıklarını düşünüyorum veya hiç olmazsa birkaç kişinin iyi dediğine iyi demek gibi bir alışkanlık bu…

3-Öykü, hayatın neresindedir?
Öykü görebilen, duyabilen, hissedebilen için hayatın her noktasında... Hele günümüzde öyküye konu olabilecek o kadar çok şey yaşanıyor ki… Yine de bazı yazarlar nedense bunu görmek istemeyip başka eserleri taklit, hatta kopya etmeye kalkışıyor. Bu sadece öyküyle de sınırlı değil. Yazmak kaygısı yerine başka kaygılar ön planda artık ne yazık ki. Özgünlükten, sahicilikten uzak, üreteyim de ne olursa olsun anlayışıyla açıklanabilecek bir kaygı bu. Müthiş bir utanmazlık… Postmodernizmi yanlış anlayanlar, kötü yeni bir çağ başlattılar bana göre…

4-Öykünün penceresinden Türk şiiri nasıl görünüyor?
Öykünün penceresinden şiirin nasıl göründüğünü bilemem ama bence şiir, romana ve öyküye göre daha iyi durumda. Çünkü şiir hiçbir dönemde para için yazılmadı. Şairin kaygısı başka…

5-Yeni medya, edebiyat ve sanata nasıl katkılar veriyor?
Yeni medyaya okur ve yazar gözünden ayrı ayrı bakmak gerekir bana göre, okura sunduğu ve yazarın elinden aldığı imkânlar açısından… Okura sevdiği yazarları görmek, sesini duymak, eserleri hakkında soru sormak fırsatını vermesi iyi şüphesiz. Ama bence yazar açısından bakmak öncelikli konumuz olmalı. Yazarın elinden zamanını almak gibi kötü bir özellik barındırıyor her şeyden önce. Metninden çok kendisinin görünmesi de ikinci sorun bana göre. Garip bir etkileşim çağındayız. Eskiden yazarların okur kitlesinden söz edilirken yakın zamanda sanki okur kitlelerinin yazarlarından söz edilecek, ne yazık ki.

6-Türk edebiyatındaki eleştirinin icrası hakkında ne düşünüyorsunuz?
Geçmişe göre çok vahim. Eskiden yazarlar eleştirmenlerin, metinleri için söylediklerini can kulağıyla dinleyip pürdikkat okurken günümüzde sosyal medya fenomenlerinin kitaplarını paylaşma ve beğenilme durumlarıyla daha çok ilgileniyorlar. Eleştiri kurumu da bu durumla birlikte gittikçe zayıflıyor hatta yok olma noktasına doğru ilerliyor.

7-Yeryüzüne dayanabilmek, özgürlüğe kaçmak için ne/ler yapıyorsunuz?
Bunun için okumak ve yazmak dışında elimden pek bir şey gelmiyor ne yazık ki.

8-Politik düşünceniz bu ülkeye neler söylüyor?
Bu ülkenin yöneticilerine çok şey söylüyor. Sömürüsüz ve onurlu bir düzen diyor örneğin, insan haklarına, en başta da yaşam hakkına, doğaya ve her türlü canlıya, toprağa, suya, havaya saygı; ifade özgürlüğüne sınır konulamaz, demokratik, parasız ve laik eğitim, adil paylaşım, kolay ve parasız ulaşılabilecek sağlık hakkı, savaş yerine kültürel ve sanatsal yatırımlara kaynak diyor. Ülkenin insanlarına da, insan olma onurunun her şeyden önce geldiğini, haklarını aramasını, sadece kendisine yapılan haksızlığa değil, başkalarına da yapılanlara karşı sesini yükseltmesini söylüyor.

9-Sanat muhalif midir?
Elbette.

10-Bu sözcükler hakkında ne düşünüyorsunuz: Kader, gelecek, günah, ölüm, rüya, kayıp, zaman.
Kader: Bazılarına kötülüğün bazılarına da iyiliğin kapısını açan güç olduğunu,
Gelecek: Çocukları,
Günah: Biraz Neyzen Tevfik’in, biraz de Sade’ın, biraz Bukowski’nin, biraz Kazancakis’in ve en çok da Tolstoy’un yazdıkları olduğunu,
Ölüm: Hem Homeros, hem Pir Sultan Abdal, hem Saramago, hem Dostoyevski, hem de bütün kutsal kitapları,
Rüya: Bütün kurgusal metinleri,
Kayıp: Proust, Joyce, Musil ve Kafka’yı,
Zaman: Devridaim olduğunu düşündürtüyor.

Yorumlar