2010 Kuşağı Öykü Kanonu Soruşturması - 49: Emine Altınkaynak

"2010 Kuşağı Öykü Kanonu" adını verdiğimiz ve Türk öyküsüne dergilerde, kitaplarda hayat veren yazarlarımızla birlikte bir soruşturma gerçekleştiriyoruz. Öykücüler, hem kendilerini anlatacak hem de öykü anlayışlarının penceresindeki görünen dünyayı bize aktaracaktır. Kırk dokuzuncu soruşturmamıza yanıt veren öykücü Emine Altınkaynak olacak. 1986'da Trabzon'da doğdu. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. Şu anda doktora eğitimine devam etmektedir. Yabancılara Türkçe öğretimi alanında kitap çalışmaları yapmaya devam etmektedir. Öyküleri Dergâh, Post Öykü, Türk Dili, Butimar dergilerinde yayımlanmıştır. İlk öykü kitabı Kendine Dolanan Sarmaşık Ocak 2020 tarihinde Dergâh Yayınları'ndan çıkmıştır. 


1- Metinlerinizi var eden dil olan Türkçeye bir gün minnet borcunuzu ödemek için ne yapmak istersiniz?
Bu anlamda yapmayı arzuladığım pek çok şeyden söz edebilirim. Gittikçe arılaşan bir dille eserler vermek; okurda, öz dilinin aslında ne kadar da zengin ve güzel olduğu hissini uyandırabilmek; ana dili Türkçe olmayan biri okuduğunda da, en azından bir ahenk bulmasını ve onun, metnin yazıldığı dile karşı bir ilgisinin/merakının uyanmasını sağlamak gibi. Bunları çoğaltabiliriz elbette ama hepsinden önemlisi, ilk önce kendimin, Türkçeyi iyi bilip onun katmanlarına mümkün olduğunca vakıf olması gerekir. Bu noktada “Türkçeyi bilmeden mi Türkçe yazıyorsunuz? sorusu da gelebilir akla fakat bir Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki Türkçeyi gerçekten bütün incelikleriyle bilen insan sayısı o kadar da fazla değil. Buna çoğumuz dâhiliz. Evet, ana dilim Türkçe; Türkçeyle büyüdüm, Türkçe sevindim, Türkçe üzüldüm, Türkçe özledim vs. Ama hâlâ kullanımda olan özbeöz Türkçe bir kelimeyi duyduğumuzda sözlüğe bakma gereği duyuyorsak burada bir sorun var demektir. İş, kelimelerin anlamlarını ve türeme mantıklarını bilmekle de sınırlı değil. Bugün kullandığımız o metaforik anlama evrilene kadar kelimenin geçirdiği süreci bilmek de çok önemli. Her birinde Türkçenin müthiş zengin, köklü ve harikulade bir dil olduğuna yeniden ve yeniden tanıklık etmek gerçekten heyecan verici. Öğrendikçe, ne kadar da bilmediğinizi anlıyorsunuz. Sanıyorum bizlerin Türkçeye ödemesi gereken ilk borç; bu eşsiz hazineyi -ana dili Türkçe olan ve Türkçe yazan bireyler olarak- çok iyi öğrenmek ve metinlerde Türkçeye dair bir hassasiyeti de muhafaza etmek olmalıdır. Benim, dil ile alakalı öncelikli muradım da budur.

2-Türkçede öykünün şimdiki ve gelecekteki hâli nasıldır?
Özellikle son yıllarda öykü türü bizde çokça rağbet görüyor Öykü kitaplarında da, diğer türlere oranla, nicelik olarak daha önce görülmemiş bir artış var. Bu kalabalıkta niteliğin de aynı oranda artıp artmadığını tespit etmek kolay değil. İyi eserlerin yeterince rağbet görmemesi (en azından yazıldıkları dönemde) talihsizliğini de beraber getirebilir bu durum. Fakat bir de iyi tarafından bakmak lazım. Modern anlamda “öykü”nün tarihi bizde çok eski değil malum. Her bir kalem tecrübesi Türkçenin modern öyküde daha çok işlenmesine ve daha iyi eserler verilmesine sebep olacaktır. Hâlihazırda da iyi eserler verilmekte. Geleceğe hangilerinin kalacağına yine “zaman” karar verecektir. Fakat vasatın bile, iyi olanı parlatması bakımından, bir kıymeti vardır. Bu anlamda baktığımızda, Türkçede öykü türünde daha da iyi eserler verileceğine inanıyorum.

3-Öykü, hayatın neresindedir?
Yazınsal bir tür olarak öykü ve bizatihi hayatın kendisi olarak öykü ayrımını yapabiliriz burada. Yazan çizen insanlar için bu ikisi mutlaka birbiriyle derinden ilişkilidir. Bir matematikçinin hayata sayılarla bakması gibi… Çoğu insan hayatı bir “hikâye” olarak tanımlar belki. Hayatın da her şeyden/herkesten bağımsız olarak böyle bir gerçekliği zaten vardır. Yazınsal pencereden baktığınızda ama yine hikâye demekle birlikte bu kez ona ikinci bir anlam tabakası yüklemiş olursunuz. O artık, kendi gerçekliğindeki hikâye/öykü değildir. İnsanlar da, olaylar da müstakbel öykülerinizin kahramanı hâline gelebilir mesela. Bunu bazen bilinç düzeyinde hissedersiniz. Bu, “yazmak için yaşamak” olmasa da o bilinçten doğan bir arzu da vardır.  Bunun kontrolünün nasıl sağlandığına göre öykünün hayattaki yeri de değişir. “Hayat öykünün neresindedir?” gibi bir soruya da dönüşebilir pekâlâ. Esasında -bilerek ya da bilmeyerek- çoğu insanın duygularının harekete geçmesi hikâyeler vasıtasıyla olur. Tanımadığınız biri öldüğünde bir şey hissetmeyebilirsiniz ama onun acıklı hikâyesini duyduğunzda mesela durum değişir. Öyküyü yazınsal bir tür olarak da hayatına alan insanların hayatla ilişkilerinin de o duyarlık üzerinden kurulması ve gelişmesi kaçınılmaz.

4-Öykünün penceresinden Türk şiiri nasıl görünüyor?
Dil hareketlidir, canlıdır. Günlük hayatta da, edebî eserlerde de, bilimde de aynı kalmamıştır, kalmayacaktır da. Söz konusu şiir gibi dilin yapısıyla en çok oynayan bir tür olduğunda, bu hareketliliği daha hızlı görebilmek mümkün… Türk şiiri çok sağlam bir gelenekten geliyor. Fakat şiir dilindeki değişim ve dönüşümler pek çok kez dilin doğal gelişimine, dinamizmine bağlı olmayan sebeplerle de gerçekleşti. Bugün gelinen noktada şiirin bir geçiş döneminde olduğunu düşünüyorum. Bu bana olumsuz bir şey gibi gelmiyor. Bir sonuç… Ve bir sebep… Bugün de çok iyi şairler var. “Türk şiiri artık yok.” ya da “Türk şiiri artık bitti.” gibi söylemleri doğru bulmuyorum. Bu, yeni bir şey de değil. 18. yy. da şair kadrosu bakımından müthiş zengin bir dönemdir ve o dönemde de niteliğin oldukça düştüğüne ve çoğu ismin aslında şair geçindiğine dair ifadeler daha o devirden itibaren vardır. Ama aynı devir, Nedîm ve Şeyh Galîb’i de çıkaran devirdir mesela. Dolayısıyla bu dönemin de Türk şiirinde ne ifade ettiğini bu tanıklığın sonunda öğreneceğiz.

5-Yeni medya, edebiyat ve sanata nasıl katkılar veriyor?
Yeni medya; yeni eserlerden, isimlerden haberdar olmamızı kolaylaştırıyor her şeyden önce. Yazarın yalnızlığına halel getiren bir şey muhakkak ama bir yönüyle gerekli…  Metinlerinizin yansımasını da daha çabuk görme imkânınız var elbette. Bunu yazar tercih eder ya da etmez ama genel olarak durum böyle. Belki de yeni medyayla yazarın yalnızlığının hatta yalnızlığın tarifi bile değişiyor da bunu dillendirmekten çekiniyoruz. Yazarla okur arasındaki bağ artık yalnızca metinler üzerinden kurulmuyor. Bunun olumlu ve olumsuz sonuçları var mutlaka. Bütün olarak baktığımızda ama yeni medyanın olumlu yanlarının daha çok olduğunu düşünüyorum.

6-Türk edebiyatındaki eleştirinin icrası hakkında ne düşünüyorsunuz?
Günümüz Türk edebiyatında en büyük problemlerden birisi eleştiri konusu, evet. Bunun başlı başına bir tür olduğunun ve oldukça da iyi bir birikim ve emek isteyen bir tür olduğunun ne kadar farkındayız, bundan emin değilim. Bir eser hakkında düşüncelerimizi (hatta çoğu zaman duygularımızı) yazmak kıymetli olmakla birlikte eleştirinin kendisi sayılamaz. Sosyal bilimler söz konusu olduğunda, eseri insandan tamamıyla ayırmak mümkün değil elbette. Dolayısıyla nitelikli bir eleştiride de eleştirmenin birikiminden, bilincinden yüzde yüz bağımsız bir metin çıkmayacaktır ortaya ama en azından o türün gerektirdiği kıstaslara uygun bir metin yani bir eleştiriden söz edebiliyor olacağız.

7-Yeryüzüne dayanabilmek, özgürlüğe kaçmak için ne/ler yapıyorsunuz?
Yazıyorum… Tanrı’nın, her insana, yeryüzüne dayanabilmesi için bir özellik verdiğine inanıyorum. Karakter özelliği olarak ortaya çıkan yüzeysellik, aldırmama vs. de böyle bir şey galiba. İkinci, üçüncü kişiler için değil belki ama kişinin kendisi için en iyi dayanma/savunma biçimlerinden olabilir. Olabilir diyorum çünkü bunun nasıl bir duygu olduğunu bilmiyorum. Aşırı duyarlılık sonucu sanata eğilimli olan ya da sanat duyarlılığıyla var edilmiş olduğu için hassas olan (kimilerine göre marazilik de olabilir bu) insanların dayanma biçimleri de yine sanat yoluyla oluyor. Resim yapmak, dans etmek, müzikle ilgilenmek vs. Bunları çoğaltabiliriz. Yazmaya “Yeryüzüne dayanabilmek için…” bilinciyle başlamadım elbette. Sekiz dokuz yaşlarında bir çocuktan bunu niye yaptığını tarif etmesini beklemek zordur. Bunu tarif edebileceğim bilince ulaştığımda anladım; yazmanın bir nimet, bir lütuf ve bana yeryüzü arkadaşı olduğunu. Bu kelimenin (yazmak) kendisinden bahsediyor olmak bile beni duygulandıran ve heyecanlandıran bir şey. Harf harf kendini bulmak, sonra kaybetmek, sonra yeniden bulmak; harf harf Tanrı’yı bulmak/bilmek, onunla konuşmak; harf harf insandan kaçmak, sonra insana yakalanmak, sonra yine kaçmak; harf harf yaşamak, ölmek, sonra yeniden doğmak… Böyle dayanıyorum; adına, özgürlüğe kaçmak, yeryüzünden kaçmak, kendine kaçmak (her ne ise)  dediğimiz o yerde.

8-Politik düşünceniz bu ülkeye neler söylüyor?
Kıymetli olanın “üretmek” olduğunu söylüyor. Bilimde, sanatta, tarımda, tekstilde vs. Kısacası hayatın her alanında “üretmek”…

9-Sanat muhalif midir?
Kalıplardan, dogmalardan, şundan bundan “bağımsız”dır. Amacı muhalefet olmasa da bu “bağımsız oluş” onu pek çok anlamda muhalif yapar.

10-Bu sözcükler hakkında ne düşünüyorsunuz: Kader, gelecek, günah, ölüm, rüya, kayıp, zaman.
Kader: Bilmek ve çabalamak…
Gelecek: Bitmeyeceğine inanılan…
Günah: Yük.
Ölüm: …
Rüya: Temizlenme… Farkına varma… Duyma…
Kayıp: Dünyaya gelmek… Ve dünyadan gitmek…
Zaman: Sonsuzluk ve hiç…

Yorumlar